Kimi zaman ise "kültür" ve "kişilik" kavramları birlikte kullanılır; "kültürlü; ama kişiliksiz", "kişilikli; fakat kültürsüz" vb. denir. Kavram kargaşası, her alanda olduğu gibi, burada da sürüp gider. Sanki, "kültür" ile "kişilik" kavramları birbirinden bağımsızmış gibi...
Okuduğunuz bu yazıda, kültür ile kişilik kavramları arasındaki işlevsel ilişki açıklanmaya çalışılacaktır. Bunun için, öncelikle "kültür" ile "kişilik" kavramları üzerinde durmakta yarar vardır:
A. İlgili Kavramlar
1. Kültür
Yapılan birçok tanımlama olmasına rağmen, bu tanımlamalar, iki genel kategoride toplanmaktadır:
a) Bütüncü tanımlar kategorisi,
b) Düşünceler sistemi kategorisi,
Birinci kategoriye göre kültür, kazanılan bir davranış kalıbı olarak nitelenir ve insanın yaptığı-yarattığı her şeyi içeren bir yaşam biçimidir.
Kültür, böyle bir yaşam biçimi niteliğiyle gelenekten → töreye; konuşmadan → müziğe; yiyecekten → içeceğe; konuttan → giyeceğe kadar tüm insanî davranış kalıplarını içeren karmaşık bir oluşum, bir bütündür.
Diğer kategoriye göre ise kültür, bir şifre türüdür; zihinsel bir oluşumdur. Bu anlamda davranış, önce zihinde biçimlenir, sonra eylem olur. Madem ki davranışı oluşturan düşüncedir, o halde kültür, "düşünceler sistemi"dir. Çünkü, tek tek kültür unsurları, düşüncenin dışarıya yansımasından başka bir şey değildir.[1]
Bize gelince, burada açıklamaya çalıştığımız kültür konusundaki düşüncelerimiz, ikinci kategori ile özdeştir ve bu çalışmanın hareket noktasını oluşturmaktadır.
2 . Kişilik
Tıpkı kültür gibi, Latince kökenli bir kavramdır ve "persona"dan (aktörün maskesi) gelir. Kişilik, bireyin doğuştan kazandığı kalıtsal özellikleriyle, sonradan kazandığı ya da öğrendiği unsurların toplamıdır. Bu anlamda, biyolojik ve kültürel özelliklerin bir bileşkesidir.[2] Ancak, biyolojik güdülerle, kültürel istekleri dengeleyici bir unsur olduğu da vurgulanmalıdır.
"Kültür" ile "kişilik" kavramlarını kısaca bu şekilde özetledikten sonra, "kültür - kişilik ilişkisi"ne geçebiliriz:
B- Kültür-Kişilik İlişkisi
Kültür ile kişilik kavramları arasındaki işlevsel ilişki, bir satranç oyununa benzer. Kültürü, düşünceler sistemi olarak algılayıp bireyi de bu düşünceler sisteminin bir taşıyıcısı olarak düşündüğümüzde, satranç oyunu ve bu oyunda kullanılan taşlar ile özdeşleşir. Bu bağlamda kültür, satranç oyununun genel kurallarına benzer. Kişilik ise, bu genel kurallar etkisi altındaki taşlar "gibi"dir. Satrançta, genel kurallar, oyundaki taşların hareketlerini ve konumlarını belirler. Kültür de kişilik yapısını etkiler. Buna göre, satrançta "at"ın ya da "piyon"un hareketleri önceden belirlenmiştir.
Yine, kişiliğin en belirgin unsuru olan kimlik ya da bireyin adı, bireyden önce saptanmıştır. Satranç oyununda genel kurallar içerisinde her yere "L" şeklinde giden taş, "at"tır ve o bu kurallar içerisinde her taş gibi oyunun gidişini etkiler. Amaç, oyunun kuralları içinde ancak o oyuna özgü olan düşünceyi simgeleyen "şah"ın korunması ve diğer rakip "şah"ın mat edilmesidir. Kültürde de durum, farklı değildir. Birey, kişilik yapısını kültürden alır. Ancak, burada "güdüler" göz ardı edilmemelidir.
Kültür, genel kuralları içinde kendine özgü bir kimliği, bireye kazandırır. Birey, bu kimlik ile ait olduğu kültürle özdeşleşir. Ancak, tıpkı satranç oyunundaki taşlar gibi, birey de kazandığı kimlik ile kültürel sistemi ve yapıyı etkiler. Kültürden etkilenen birey, bir şekilde kültürü etkilemeye başlar. İşte bu aşamada, kişilik ile satranç oyunundaki taşlar arasındaki ilişki, özdeşliğini kaybeder. Çünkü, kişilik kültürel kuralları değiştirebilecek bir nitelik kazanmıştır. Satrançta, taşlar genel kuralları değiştiremez.
Bu durumu, "güdüleri" de göz önünde bulundurarak, şöyle bir örnekle açıklayabiliriz:
Bir an için, iki toplum arasında oluşan sıcak bir savaşın içinde, birbirleriyle savaşmakta olan askerlerin, ateş boyunun en ileri noktasındaki durumunu gözlemlediğimizi varsayalım. Saldırıya ve savunmaya hazır iki karşıt kutup. Her an için, ölmeye ve öldürmeye hazır olduğu düşünülen askerler... Genel durumu görüşen komutanlar... Genelkurmay Başkanlığı ve buradaki Savaş Dairesi. Toplantılar... Ateş boyunun birindeki birlik komutanlarına ve buradan da mevzilenmiş askerlere ulaşan karar: "Hücum!"
Burada belirtilmek istenilen nokta, hücum aşamasında bu emrin ya da kararın ilk ulaştığı anda, durumu ilk kez algılayan askerlerin içinde bulundukları ortamdır. Buna göre, askerin söz konusu karara katılıp katılmama konusundaki bir anlık düşünceleri şu boyutlardadır:
- Asker, önce ölüm düşüncesiyle / "korku"suyla karşı karşıya kalmıştır. Saldırdığında diğer tarafın bunu engellemek isteyeceğini bilmektedir. Engelleme varsayımının ulaştığı düşünsel boyut, yaşamını yitirme kaygısıdır. Bu kaygı, bireyin doğasında vardır ve yaşamını sürdürebilmek arzusu, "içgüdü"sel olarak harekete geçmiştir. Nitekim o, bunun sonucunda, söz konusu karara uymak istememektedir. Çünkü, karar, gerektiğinde onun ölümünü istemektedir.
- Bunun yanı sıra, ait olduğu toplum ve kültür, kendi çıkarları doğrultusunda bireyin saldırmasını istemektedir. O, saldırdığında bir "kahraman" olarak nitelenecektir. Kaçtığında ise, bir "ödlek", "korkak", "şerefsiz", "vatan haini" vb. olarak damgalanacaktır.
Sonuçta asker, içgüdüsel olarak "ben"[3] duygusuna sahip olduğundan kaçmayı; toplum ve kültür açısından ele alındığında ise "biz" duygusunu kazanması nedeniyle de saldırmayı istemektedir. İşte, bir anlık düşüncede, bu ikilik söz konusudur...
Böyle bir ikilik içerisinde askerin davranışı nasıl olacaktır?
Asker ya saldıracak ya da kaçacaktır. Davranışı yöneten ve ona egemen olan kuvvetler arasındaki karşılıklı etkileşim ve bu etkileşimdeki baskı unsuru, burada söz konusudur. Bir başka deyişle, davranışı, "ben" duygusu ile "biz" duygusundan herhangi biri ya da her ikisi birden yönlendirecektir.
Her ikisinin birden davranışı yönlendirmesi olayında asker, felç olabilir. Çünkü, kaçmasını, saldırması gerektiğini belirten "biz" duygusu; saldırmasını da kaçmasını isteyen "ben" duygusu engelleyecektir. Bu durumda, birey, bir savunma mekanizması geliştirerek felç olabilir. O, felç olduğunda ne saldırabilecek, ne de kaçabilecektir. Her iki etmenin de isteği, yerine gelmiştir. Asker, ne ölmüştür, ne de kaçabilmiştir. Toplum ve kültür, onu suçlayamayacaktır. Nitekim, savaşlar sırasında bu durum söz konusu olmuştur...
Görüldüğü gibi, yukarıda verilen betimleme ve yorumda, ben duygusu ile biz duygusu arasındaki karşılıklı etkileşim anlatılmak istenmiştir, iki duygu arasındaki etkileşimin dayandığı temeller de verilmiştir.
Buna göre, buradaki "ben" duygusu "içgüdü"; "biz" duygusu da "kültür" olarak nitelenmektedir. Betimlemede de "içgüdü" ile "kültür"ün, bireyin davranışlarını nasıl etkilediği konusu gösterilmeye çalışılmıştır.
Askerin davranışı, bu ikilik içerisinde, kazandığı kişilik özelliğine göre yönlenecektir ve bazı sapma hareketlerinin dışında kültüre uygun bir şekilde oluşacak; hücum emrine katılma olayı gerçekleşecektir. Nitekim böyle de olmaktadır.
İnsanın doğasından kaynaklanan özellikler, güdüler baskı altına alınmakta, davranışı kültürel unsurlar yönlendirmektedir. İşte, güdülerin baskı altına alınması ve kültürel unsurların davranışı yönlendirmesi olayı ya da bunun tam tersi ve her ikisinin eşit bir durumda etkilemesi olayı, kişiliğin kendisidir. Çünkü, kişilik, insanın doğası ve kültürel özelliklerin bir bileşkesidir.
Yine, görüldüğü gibi, kişilikte güdüler baskı altına alınmış, bilinç altı edilmiş, bastırılmıştır. Bu bastırma işi de kültür tarafından gerçekleştirilmiştir. Nitekim, kişilik, bu nedenle kültüre uygun bir özellik göstermektedir. Kültür, geliştirdiği mekanizmalar ve kurumlar aracılığıyla güdüleri kontrol altına almasını bilmiştir. Tıpkı "Oedipus kompleksi" gibi.
Bilindiği gibi "Oedipus kompleksi", oğlan çocuğunun anneye cinsel ilgi duyduğunu belirten Freud'un ortaya koyduğu bir realitedir. Olay, güdülerden kaynaklanmaktadır ve temelinde cinsellik vardır. Kültür, bireylerde doğuştan var olan bu güdüyü, fücur[4] yasağı ile engellemektedir. Fücur yasağı, - birinci dereceden - kandaşla / kan akrabasıyla ya da akrabalar arası cinsel ilişki kurma yasağıdır.[5] Buna göre, kültür, kandaşla - birinci dereceden - cinsel ilişki kurmanın pis, günah olduğunu, kanı kirletici bir unsur olarak nitelendirildiğini, bunu düşünmenin dahi olanaksız olduğunu bireye kazandırmaktadır. Hatta, bazı bilim adamları, "Oedipus kompleksi"nden çekirdek ailenin doğduğunu ileri sürmektedir.[6]
Bu anlamda kültür, yeni kültürel oluşumlara neden olmaktadır. Yine, güdüler de kültürel unsurların oluşmasını sağlamaktadır.
Şu anda, "Oedipus kompleksi"ni ve "fücur yasağı"nı bir kenara bırakarak, yine savaşta çarpışan askerin davranışlarını irdelemeyi sürdürelim:
Evet, asker, kültürel bir karar olan hücum emrine uyacaktır! Ancak, karşı cephedeki askerler de savunma kararı alındıysa, buna uyacaklardır! Böylece, saldırı ve savunma, kültürel iki karar olarak karşımıza çıkar. Tıpkı satranç oyununda olduğu gibi... Yalnız bir farkla: Saldırı ve savunmada uluslararası anlaşmalarla belirlenen kurallar uygulanmayabilir.
Çok zor durumda kalan taraflardan biri, yenilmemek ya da durumunu daha da pekiştirmek amacıyla ve son darbeyi vurmak için, kullanılması uluslararası antlaşmalarla yasaklanmış silahları kullanma kararı alabilir. Burada, ait olunan kültüre özgü bir çıkar ve buna özgü kalıplarla yetişen, biçimlenen, buna göre bir kişilik ve kimlik kazanan komutanın, kendi kültürünü düşünerek, "uluslararası savaş kurallarını" göze alarak aldığı bir karar söz konusudur. Bu karar, komutanın kendisine özgü kişilik özelliğinin bir sonucudur. Nitekim bu "kural ihlali", daha sonra da bulunduğu kültür için, uluslararası / kültürlerarası sonuçlara yol açacaktır...
C- Sonuç
Kültür-kişilik ilişkisinin işlevsel bir biçimde ele alındığı bu çalışmada, sonuç olarak şunlar söylenebilir:
- Birey, bir kültür çevresi içinde doğup, yetiştiğinden kültüre özgü davranış kalıplarını ve düşünceler sistemini, dolayısıyla da kimliği ve kişiliği kazanır.
- Kültüre özgü bir düşünce sistemi kazanan birey, güdülerini kontrol altına alır ya da bu güdüler, kültür tarafından bastırılır.
- Kültüre uygun bir kişilik kazanan birey, kültürü etkilemeye başlar.
Notlar
[1] Vivelo 1981: 50-52.
[2] Başaran 1974: 13-14.
[3] Burada kullanılan "ben" kavramı, psikanalistlerin kullandıkları "ben" kavramı ile aynı anlamda kullanılmamaktadır. Bu yazıdaki "ben" kavramı, Freud'un ileri sürdüğü "id" kavramı ile özdeş olarak kullanılmaktadır.
[4] "Fücur" ya da diğer adıyla "incest" kavramı yerine Orhan Acıpayamlı "sililiksizlik" kavramını kullanmaktadır. Bkz. Acıpayamlı 1978: 86.
[5] Hirschberg 1965: 199-200.
[6] Reed 1983: 226-227.
Kaynaklar
Orhan Acıpayamlı: Halkbilim Terimleri Sözlüğü. Ankara Üniversitesi Basımevi, Türk Dil Kurumu Yayınları: 442, Ankara 1978; Fatma Başaran: Psiko-Sosyal Gelişim. 7-11 Yaş Çocukları Üzerinde Yapılan Bir Araştırma. Kalite Matbaası, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları: 254. Ankara 1974; Walter Hirschberg: Wörterbuch der Völkerkunde. Alfred Kröner Verlag, Kröners Taschen Aufgabe Band: 205, Stuttgart 1965; Evelyn Reed: Kadının Evrimi. Anaerkil Klandan Ataerkil Aileye. Cilt: 2, Çev. Şemsa Yeğin. Payel Yayınevi, İstanbul 1983; Frank Robert Vivelo: Handbuch der Kulturanthropologie. (Übersetzt aus dem Amerikanischen: Erika Stagl; Hrsg. von Justin Stagl), Ernst Klett, Stuttgart 1981.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder